Ate, Até veya Aite (/ˈeɪtiː/; Eski Yunanca: Ἄτη): Yunan mitolojisinde hata, günah veya “delüzyon” tanrıçası. Ate, insanları yıkıma sürükleyen haylazlık, yanılgı, kör çılgınlık, aceleci eylem ve pervasız dürtü tanrıçasıydı. Bu sebeple Olimpos’tan kovuldu.
DELULU PARADOKSU
Delüzyon ya da hezeyan olarak da bili- nen sanrı psikolojide, aksine dair kanıtlar sunulduğunda dahi değişmeyen katı inançlar anlamına geliyor.
Delulu “delüzyonel” kelimesinin kısaltması. Bu tabir, yaklaşık 10 yıl önce, tutkulu K-Pop takipçilerine yönelik bir alay, itham ve küçümseme olarak kullanılmaya başlandı. K-Pop yıldızlarına yoğun ilgi duyan takipçiler, en sevdikleri yıldızlarla arkadaş olacaklarına, birliktelik yaşayacaklarına ve hatta evlenebileceklerine inanıyorlardı. Günümüzde “Delulu” yaftası ve bu alaycı tutum, “delulu woke people”, “delusional social justice warrior” vb. tamlamalarla varlığını sürdürüyor.
Ancak ilk zamanlarından bu yana anlamı değişti: Artık kendinizin güçlü bir hayranısınız.
“Delulu is the solulu: Delulu çözümdür.” Bu mantrayı her geçen gün daha çok işitiyoruz. Pozitif düşüncenin bu ironik ve biraz da paranoyak versiyonu birdenbire ortaya çıkmadı fakat büyük bir hızla popülarite kazandı. TikTok fenomeni Moses Wong, bugüne kadar 5,5 milyon beğeni toplayan bir videoda “Sanrısal olmanın bu nesil için mutluluğun en önemli anahtarlarından biri olduğuna inanıyorum.” diyor.
PEKİ YA “CRINGE”?
Londra’da orta yoğunlukta bir metro vagonunda, sanki bir müzik klibindeymiş gibi dans edip saçlarını savuran ve telefonuna havalı bakışlar atan bir kadının, diğer yolcuları açıkça şaşırtan TikTok videosunu gördünüz mü? Bu kadın “tuhaf”, “cringe” gözüküyor ve “delirmiş” gibi davranıyor. Oysa hepimiz sabahları işe giderken bize eşlik eden müzikle hayali klipler çekmiyor muyuz? Eğer bunu gerçekleştirmeyi deneseydi, çoğu insan utançtan yerin dibine girerdi. Önemli olan da bu, yani “cringe” olmayı göze almak. Çünkü videodaki kadın korkusuz. Vücudunun doğal utanma kapasitesini geçersiz kı- lıyor. Özel biri olduğuna kendini ikna ederek özel birine dönüşüyor. Tekrarlamak gerekirse, o artık bir delüzyon, dolayısıyla “cringe”, utanç verici olma korkusunu yerle yeksan ediyor. Delüzyonel bir yıldız olma niteliğini sıfırdan inşa ediyor.
DELULU GERÇEKTEN ÇÖZÜM MÜ?
Muhtemelen delüzyon TikTok’ta birçok biçimde zaten mevcuttu. Mesela, sayfanızda gezindiğinizde, “Bu mesajı görüyorsanız bu sizin içindir.” yazan bir fal videosunun açıldığını düşünün. Kimi insanlar için bu videoların vadettikleri tatminkar gözüküyor.
Sosyal medyanın ötesinde, film ve televizyonda son birkaç yılda ekranda sanrısal karakterlerin sayısında bir artış görüldü. The White Lotus’taki Tanya McQuoid karakterini, Succession’ın Connor’ını, Barbie’nin Ken’ini ve filmin ilk yarısındaki Margot Robbie’yi düşünün.
Film, dünyanın en popüler oyuncak bebeği üzerinden toplumsal cinsiyet farklılıklarının biyolojik temelli olduğuna dair yaygın inanışları sorguluyordu. 2010 yılında, Cordelia Fine’ın ”Delusions of Gender” isimli kitabından da sıkça referans barındırıyordu. Sahi, toplumsal cinsiyet de hepimize öğretilmiş bir sanrı değil mi? Peki ya toplumsal cinsiyetle başa çıkmanın yolu da delüzyondan mı geçiyor?
“Delulu is the solulu” söylemi yeni popüler hale gelmiş olsa da, yeni dalga sanrısal etkileyicilerin temeli, varsayım yasasını çevreleyen fikirlerle neredeyse aynı. Kökleri metafizikten gelen varsayım yasası, birisinin istediği bir şeye sahip olabilmesi için, zaten sahip olduğu gerçekliğini varsayması gerektiği fikridir. Bu fikrin değeri, bireyleri arzuları konusunda hayatlarında daha doğrudan ve kışkırtıcı bir role adım atmaya cesaretlendirmiş olması olabilir mi? Bu, Paulo Coelho’nun “Bir şeyi gerçekten isterseniz, bütün evren onu gerçekleştirmek için iş birliği yapar.” sözlerine farklı bir boyut katıyor.
KÜLTÜR VE TEKNOLOJİNİN DELÜZYONLARIMIZI ETKİLEMESİNİN YOLLARI
Birçoğumuz delüzyonlarımızın parmak izlerimiz kadar kişisel olduğunu düşünüyoruz. Ama gerçek şu ki, beynimiz yanılsamalarımızı çağımızın teknolojilerinden ve kültürlerinden şekillendiriyor. Delüzyonların da tıpkı giyim, makyaj ve saç stilleri gibi modaya uyum sağladığı görülüyor.
Kitlesel delüzyonlar da aynı şekilde etkileniyor. 19. yüzyılın sonlarından önce, kontrol edilme veya zulüm görme sanrıları genellikle büyücülük ve doğaüstü olaylara odaklanıyordu. 20. yüzyıla yaklaştıkça kitlesel sanrılar, çevresel ve savaşla ilgili makul korkular yerine daha çok anksiyete bozukluğuna dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılan zehirli gaz 90.000 kişiyi öldürdükten sonra Amerikalılar gaz korkusunu takıntı haline getirdi. 1930’ların başında Virginia kırsalında düzinelerce insan, birisinin geceleri evlerine zararlı gaz sıktığına ikna olmuştu. Yetkililer, ciddi bir incelemenin ardından bunun gerçek olmadığını kanıtladı.
11 Eylül olaylarının ardından yaşanan şarbon korkusu da ABD halkında birçok yanlış alarma yol açtı. Örneğin, bir öğrenci ve öğretmen Ekim 2001’de bir mektubu açtıktan sonra kollarında kimyasal yanıklar olduğunu iddia etti. Ancak zarfta olağan dışı hiçbir şey bulunamamıştı.
Yeni teknolojilerin popüler hale gelmesiyle kitlesel sanrılar da değişti. Orson Welles’in 1938 Dünyalar Savaşı radyo yayını, yıllar boyunca iddia edilen paniğe ve kitlesel sanrılara neden olsa da olmasa da, medyanın ya da eğlence sektörünün şekillendirdiği delüzyonları gördük.
Küresel ısınma da delüzyonlarımızdan payını aldı tabii. 2008’de ilk iklim değişikliğiyle ilgili sanrısal vaka Avustralya’daki doktorlar tarafından bildirildi. Dünyanın neredeyse kesin bir ekolojik yıkımla karşı karşıya olduğuna inanan 17 yaşındaki genç bir çocuk, milyonlarca insanı öldüre- ceğinden suçluluk duyduğu için su içmedi. Akabinde, hemen, medyanın iklim değişikliğini sansasyonel hale getirerek bu çocuğun sanrılara kapılmasına neden olmakla suçlandığı bir kamuoyu tepkisi oluştu.
Günümüzde yapay zeka, psikolojide tanı koyma aracı olarak kullanılıyor ve belki çok yakın bir gelecekte yapay zeka sanrısal olup olmadığımızın da tanısını koyar, ne dersiniz? Üstelik bu 10 yıl önce bir arkadaş grubunda konuşulsaydı, bu fikri ortaya koyan kişi delüzyonel, hayalperest olarak nitelendirilirdi. Oysa bundan tam 11 yıl önce vizyona giren “Her” filmi bugünün sinyallerini vermişti.
Film, “kusursuz” bir yapay zeka programı sunan yeni bir işletim sistemiyle, Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Theodore isimli karakterin ilişkisine odaklanıyordu.
Tabi çok daha öncesinden yapay zekayla kurulan romantik ilişkiler üzerine tartışmalar başlamış olsa da “Her” filmiyle bu tartışmalar alevlendi. Blade Runner, Klara and the Sun gibi filmlerle ve Ex Machina filminde işlenen erotomaniyle bu konu daha farklı bir boyut kazandı. Delüzyonel ilişkilerin dönemi de böylece başlamış oldu.
EROTOMANİ: POPÜLER KÜLTÜRÜN TAKINTILI OLDUĞU BİR DELÜZYON
De Clérambault Sendromu olarak da bilinen Erotomani, kişinin diğer bir kişinin kendisine yoğun bir aşk beslediği düşüncesine saplanıp kalmasıyla ortaya çıkan ve nadir görülen bir ruh sağlığı sorunudur. Erotomani bir tür sanrıdır. Erotomaninin son aşamasında arzu edilen kişiye veya onun ailesine, arkadaşlarına, partnerine yönelik ısrarlı takip, taciz ve hatta saldırı söz konusu olabilir.
Medyanın dikkatini çeken çokça erotomani vakası bulunuyor: John Hinckley Jr.’ın Jodie Foster’a olan takıntısı nedeniyle ABD Başkanı Ronald Reagan’a suikast girişiminde bulunması, Gianni Versace’nin katili, David Letterman’ın gizlice evine giren saplantılı takipçisi ve dahası... Erotomaninin yakın tarihten örneklerine Eminem’in “Stan” isimli şarkı sözlerinde, Justin Bieber’a yönelik tehditlerde ve daha pek çok yerde denk gelebiliriz.
Bazı uzmanlar sosyal medyanın sanrısal inançları daha da ilerletebileceğini öne sürüyor. Sosyal medyada başka bir kişiyi takip etmenin veya “stalklamanın” basitliği nedeniyle mahremiyet kavramı muğlaklaşıyor. Sosyal medyanın bu etkisi, medyanın uzun süredir ilgi duyduğu karşılıksız aşk ve romantik takıntılar gibi hikayelerle de paralellik gösteriyor.
Medyada kimi tasvirler De Clérambault Sendromunun zorluklarını doğru bir şekilde yansıtırken, diğerleri dramatik bir etki yaratmak için bu durumu sansasyonel bir hale getirip yanlış mesajlarla sunabiliyor. Örneğin, Euphoria’nın ikinci sezonundaki Cassie rolü “delüzyonel” kızların idolü hali- ne geldi. TikTok ve Instagram videolarında, Cassie’nin “Yes, fuck it... I’m in love with Nate Jacobs and he’s in love with me!” sahnesi binlerce kez paylaşıldı ve birçok kişi için karşı- lıksız aşkla ilgili sanrıyı temsil etti. Ancak, popüler kültürün bu rahatsızlığı dramatize edip şişirerek sunmasıyla, bu çok konuşulan sahneler, hastalığın gerçek zorluklarının ve zararlarının önüne geçmesi tehlikesi yaratıyor.
DELÜZYON İHTİYACI VE YEL DEĞİRMENLERİ
Sanatçılar için delüzyon, yaratıcılık sürecinin merkezinde yer alır. Bu ilişki, sanatçıyı sınırlarını zorlamaya, yeni dünyalar keşfetmeye ve gerçeğin ötesine geçmeye teşvik eder. Fakat bu ilişkiyi sürdürmek her zaman kolay olmuyor.
Şundan emin olalım, standartlara bağlı kalmak hiçbir şeyi ileriye taşımadı. En büyük sanatçılardan bazıları tabiri caizse zamanlarının ilerisindeydi. Bunu başarmak için belki de bir delüzyon çatısı altında yaşamaları gerekmişti.
Hepimiz hayatımızın bazı yönlerinde belirli düzeylerde sanrılar taşıyoruz. Her sabah bir nebze olsun iyimserlikle uyanmak, herkesin bildiği gibi tesadüfi ve bazen oldukça sert olan bir dünyada, her şeyin üstesinden gelebileceğimize ve mutlu bir hayat kurabileceğimize olan inançlarımıza bağlılık gerektiriyor.
Delüzyon bir bakıma, günlük hayatta bu kadar temel bir ihtiyaçken, sanatçılar için neden olmasın? Endişeleniyor olabiliriz. Bu şekilde sanrısal düşünerek temelsizleşebileceğimizden ve artık sanatımızdan başka hiçbir şeyin olmadığı bir rüyalar âleminde faaliyet göstermeye başlayabileceğimizden korkabiliriz. Her gün cesur seçimler yapmak, yaşamayı sürdürmenin asla kolay bir yolu değil. Bazen “garanti” bir meslek edinip, 9-5’lik bir işe girmenin ve sanata sırtımızı dönmenin daha kolay olabileceğini düşünüyoruz.
Gerçek şu ki, sanatçıların yolu uzun ve engebeli, her an önümüze pek çok duygusal engel çıkabilir. Bu engellerle, yel değirmenleriyle savaşta galip gelebilmek için kendimizin en büyük hayranları, “deluluları” olmalıyız. Eğer dünyayla gerçekten iletişim kuran, kalbimizden kopup gelen sanatımızı devam ettirirsek, belki hemen, şu an, herkes tarafından değil ama, bir gün onun da değeri görülecektir. Bir sanatçı olarak yaşamımızı sürdürmek için gerekli özgüveni koruma konusunda kendimizi kandırmaktan, delüzyonlardan korkmayalım.